ŞEKERLİ LEBLEBİ

Uzun yıllar önceydi. Kızıl toprakların uzak köyünde, yoksulluk köylülerin belini kayısı dalı gibi büküyor. Derma çatma ürkek evlerin kederli bacalarından karlı dağların eteklerine çocuk nefesleri dağılıyordu. Yol arşınlayarak okuyabilen çocuklar sanşlı, okuyamayanlar ise bir başka baharın çiçek kokusunda kayıptılar. 

İlkokulda okuyan çocuklar hafta sonu köye geldiklerinde; her biri kalın taş duvarlı pencerelerden kendini gösterirdi. Köy meydanından duyulacak şekilde aldıkları notları “Türkçe dört”,“Hayat Bilgisi beş ” şeklinde bağırırdı.

Elaleme karşı “Oğlum bak biz okuyoruz” demenin meydan görmüşlüğüydü. Öğrencilerin birbirine hava basması ve velilerinin bundan övünç duymasını içeren çocuksu bir gösteriydi. Öğrencilerin üstünlük korosu susunca meydan öylece sessizliğe kalırdı. İşte tam bu sırada köyün en zeki çocuğu yalnızlığından sıyrılarak pencereye çıkar “Matematik beş” diye haykırarak diğer öğrencilere pencereleri öfkeyle kapattırırdı. 

Yaşar; köy koşullarında orta halli ama varını yoğunu toprağa yatıran bir ailenin çocuğuydu. Yıllardır kara lastikle okula gidiyor. Bütün çocukların giydiği potinden o da giymek istiyordu. Kara lastik canına tak etmişti. Rüzgarın uğultusunu ayaklarında dinliyordu. Sırf potin aldırabilmek için okulu terk etmeyi bile düşünüyordu. Nedenini bilmiyor ama nedense potin parası ya tarlaya  ya da bahçeye gidiyordu.  O potini aldırması ve ilk hayaline ulaşması yıllarını aldı. Oysa bu kadar zor olmamalıydı, bunu biliyordu. En büyük tutkusu ise Şekerli leblebi yiyebilmekti. Ancak para olacaktı da o leblebiyi yiyebilecekti. Ne gezer? Nadiren alabildiği, ağızda kıtır kıtır dağılan leblebiden cebine doldurarak problem çözerken birer birer yerdi. Dilinde kalan o lezzete bayılırdı. Çocukluk bu! Yani şekerli leblebiye ulaşmak köyden çıkıp öğretmen olmak kadar zordu. Tutkusu geçmişin bir anısı olarak bilinçaltında o lezzetle kaldı. 

Sonra fen bilgisi öğretmeni daha sonrada okul müdürü oldu ve emekliye ayrıldı. Bir gün olsun Şekerli Leblebi aklından çıkmadı. Çocukluğuyla yüzyüze gelmemek için mi? Yoksa utangaçlığından mıdır bilinmez? Bir kuruyemişçiye giderek şekerli leblebi isteyemedi. “Bana ne derler sonra” diyordu. Matematik beş şekerli leblebi sıfırdı. Utangaçlığın bu kadarı fazla değil miydi? Hiç kimseye söyleyemediği sıradışı utangaçlığıyla bir sahil kasabasında yaşamayı sürdürdü. 

Günlerden bir gün sohbet sırasında ilk ve son kez tutkusunu arkadaşına fısıldadı. Çocuksu sırrını ifşa ediyordu. Arkadaşı bu anlamsız utangaçlığa gülümsedi ve çaydan önce hemen yapılması gereken sürpriz kayıtlarına aldı. Ertesi gündü. Yaşar’ın çay bahçesinde oturduğu öğrendi. Kuruyemişciden bir kese kağıdı dolusu şekerli leblebi aldı ve bahçeye geldi. Henüz çay servisi yapılmış ama yudumlanmamış masada üç dört kişi ile birlikte oturuyordu Yaşar. Sandalyesini çekti kese kağıdını masaya bıraktı. “ Hocam bak sana ne aldım?” Merakla kese kağıdını açan tutkulu adamın yüzünde kızıl toprakları anımsatan  bir gülümseme belirdi. Uzun yılların utangaçlığını masanın altına süpürerek bir miktar leblebiyi avucuna aldı. Kıtır kıtır yedi. Masadakilere ikram etti. Yan masa, diğer masa, garson derken leblebiden tatmayan kalmadı. Arkadaşı Yaşar’a döndü ve şunu söyledi. ”Görüyor musun? Şekerli Leblebiyi seven sadece sen değilsin!” Sadece “He valla” dedi. Sonra gülüşerek masadan kalktılar. Yanlarından deniz akarken yürüdüler. Az ilerideki seyyar Bahri’den mis kokulu kestane alarak, birinin elinde Şekerli Leblebi diğerinin elinde Kestane kebap kasabanın parkında güvercinlerin içine karıştılar.

 

H.İhsan Sönmez